Mustafa Pilevneli Kimdir?
1940’ta İstanbul’da doğdu. 1956’da Yapı Meslek Lisesi’ni bitirdi. 1961’de İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu (şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi) Dekoratif Resim Bölümü’nde öğrenim gördü. 1963’te Federal Almanya (DAAD) sanat bursunu kazanarak Stuttgart Akademisi’nin bünyesindeki mimarlık atölyesinde duvar resmi ve teknikleri üzerinde araştırma yaptı.1960’ta İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu öğretim kadrosuna katıldı. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Sanatta Yeterlik eğitimini tamamladı.1965’te Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1985’te Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör oldu ve aynı yıl Resim Bölümü Başkanlığı görevine başladı. 1985-1996 yıllarında Çamlıca Sanat Evi’nde özgün baskı çalışmaları yaptı. 1970’te davet edildiği Salzburg Yaz Akademisi’nde baskı teknikleri üzerine çalışmalar yaptı. Ardından 2004, 2009 ve 2015 yıllarında da İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi bünyesinde özgün baskı çalışmaları yaptı. Eserleri Almanya, Japonya, Hollanda, Belçika ve Amerika’da sergilerde ve Oslo Bienali’nde yer alan Pilevneli, yaşamını ve sanat çalışmalarını İstanbul’da sürdürmektedir.
Mustafa Pilevneli: Sevgili arkadaşlar, nasıl mutluyum size kelimelerle anlatamam. Çünkü düşüncenin fevkinde bir yere geldim. Böyle bir coğrafyayı seneler öncesinden tanıyorum. Ben güzel sanatlarda okurken buraya bir mimar arkadaşımla gelmiştim. O bir yer almak için araştırırken bana dedi ki: “Sen de al.” Ben de o zaman talebeyim ama para kazanıyorum. Nasıl kazanıyorum? 1957 Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu o zamanlar yüksekokul değildi. Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu’ydu. Hep hayalim Mimar Sinan Güzel Sanatları’na girmek idi, çocukluktan beri. Çünkü benim ortaokuldaki resim öğretmenim… Demek ki o zamanlar öğretmenler varmış. Şimdi “Hocam! Hocam!” diyorlar. Rahmetli Tuncar SAYLAR derdi ki: “Hoca camide olur!” Herkes bana der ki “Hocam, hocam!” ama ben hoca değilim, öğretmenim. Ben, ortaokul birinci sınıfta iken aynı, şimdi, o günlerdeki hayaldi ve pırıl pırıl belleğimdeki bir zaman diliminden bir kadrajı gördüm. Sizin, içeriye girdiğim zaman gördüğüm o toz, oradaki alçı, o kompozisyon, klasik eğitimde hep olan şeyler. Benim de o zaman okulda böyle şeyler vardı. Fakat ilk dersi unutmuyorum, o ilk dersi. Ortaokul 1. sınıftayım, yani o zaman ne oluyor… 12 yaşlarındayım. Ben ilkokula da önce gittim. 6 yaşında gittim. Çok yaramaz bir çocukmuşum! Beni bin bir rica ile aldılar. Ve o ilk derste hatırlıyorum. En arkadayım, öğretmen bir sehpaya bir şarap şişesi ve bir limon koydu. Şimdi… bu kadar mesafede bunları görmek zor! Ben öne geçmek istedim, önde boş yer vardı. Öne geçtim ve öğretmenimiz herkesten kompozisyonu yarım resim kağıdı kadar, kendi açımızdan, kurşun kalemle çizmesini istedi. Yani daha ilk ders. Ne var, ne yok onu araştırıyor herhalde öğretmen. Orada oturdu, hiç unutmuyorum, Cumhuriyet gazetesini aldı ve okuyor. Ben söz istedim. Ön tarafa geçebilir miyim, dedim. Geç, dedi. Ve şimdi hepimiz çiziyoruz. Ben de çiziyorum lakin derken o sessizlikte… eski bir Fransız okuluydu. Uzun sıralar, ben sıranın en başındayım, hoca yanımdaki koridorda gidip geliyor. Derken burada ben oturuyorum, hoca kulağımdan tuttu! O kulağımı tutunca ben de ayağa kalktım. Önümdeki kağıdı aldı. Birlikte üç merdivenli, yeşil, koskocaman yazı tahtasının oraya çıktık. Benim kulak çekildiği için de ben heyecanlıyım: Ne oluyor? Çizimimi sınıfa gösterdi ve beni onurlandırdı. Yanağımı sevdi, özür diler gibi. Dersten sonra beni öğretmenler odasına götürdü. O resim yanında. Bütün diğer öğretmenlere gösterdi. Ve hafta sonunda… değil de, o zamanlar çarşamba gününde öğleden sonra okul yoktu, tatil. Ailene söyle, dedi, seni bir yere götüreceğim. Çocuklar bunu anlatıyorum, özel olarak anlatıyorum. Bir öğretmen, kendi evladı gibi el ele tutuştuk, Kadıköy’den tramvaya bindik. Üsküdar’a gittik. Üsküdar’da o zaman yandan çarklı vapurlar vardı, Kabataş’a geçtik, beni bir okula götürdü. Akademi’ye. Ve Akademi’de beni gezdirdi, heykeller gördüm. Bir odaya girdik, ilk defa anadan doğma kadın ve erkek gördüm, çıplak. Heykel yapıyorlar. Bir sınıfa girdik, model çiziyorlar, çıplak. Ve bir ihtiyarın elini öptü hocam, sonradan öğrendim onun Çallı olduğunu. Düşünebiliyor musunuz bir aileyi? Ve ben o gün virüsü kaptım! Kolera, Verem, neyse işte… Ne derseniz deyin, ben o virüsü kaptım. Ve karar: ben ressam olacağım! Öyle zamanlar oldu ki, ailemden değil de, ailemin yanında falanca teyze anneme diyor ki: “Ressamlar verem olur.” Yani onlar kendi aralarında mahalle dedikodusu yaparlar. Çünkü o çocuk tutturmuş da tutturmuş, ben ressam olacağım.
Kimisi doktor olacağım der, kimisi mimar olacağım der. Ben ressam olacağım ama onun bir önü var, onun önü Kadıköy Halkevi. Yıl 1945 veya 46, 6 yaşlarındayım sanırsam, halkevine dadandım. Çünkü halkevinde spor var, sinema var, sanat var, kütüphane var… Halkevi, adı üstünde! Kütüphane orada. Ben, okuma yazma bilmememe rağmen, o resim kitapları benim okuma kitaplarımdı. Yani onları emercesine dalıyordum, hatta bazen öyle dalıyordum ki yanımda top patlasa haberim olmuyordu. Onlar resim kitaplarıydı, sanat kitaplarıydı, ben de bir şey yaparım. Ben, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde temel sanat eğitimi dersleri yaptım, orada bölüm başkanıydım. Bütün bölümlerimizin öğrencilere, sanatçı adaylarına rengi, çizgiyi, biçimi, kompozisyonu ve kompozisyon değerlerini anlatırken bu gibi değerlerin alfabesine değindim. Burada (Okulda) da öyle bi şey erken de olsa başlamış. Bu benim için sevindirici çünkü bunların içerisinden yüzde yüz bi şey çıkacak. Benim mavi saçlı kardeşim nerede? Hah, burada! Şimdi, mavi saçlı, söyle bakalım onlar da duysun. Biraz önce konuşurken şunu söyledim: ne olur bizim cumhuriyetin sanatçılarını tanıyın, onların içlerini görün. Bu gayet kolay, bugün o kadar çok müze var ki, o kadar çok sergi açılıyor ki, o kadar çok kitap var ki dünyada… Benim öğrenciliğimde, 1957’de ben para kazanıyordum. Almanya’ya gittim. Bizde o zaman Türk öğrenciler 2 kişi, yani biz öğrenciyken bizim bütün programımız ona göre düzenlenirdi. Biz yaz stajını Batı’da, Mercedes Otomobil Fabrikası’nda yaptık. Ama nasıl çalıştım! Ben ilk kez yani, ne yapacağım bu fabrikada, dedim. Beni basit bir sınava tâbi tuttular. Böyle bir odada, şu büyüklükte metaller ve boyalar, (zemin rengini gösterir) orijinal boyalarla şu nüansı nasıl yapacağım? Ama bunun gibi mavisi var, grisi var, otomobil fabrikası. Otomobil renklerini düşünün. Şu renkte otomobil var mesela. Şu renkte otomobil var. Lacivert var, mavi var, o nüansı bulmak için önce bir sınavdan geçtik. Ondan sonra ben varillerle renk yapıyorum, yani bana verdikleri rengi ben varille yapıyorum çünkü onunla birkaç araba boyanacak. Şimdi onların hepsini bilgisayar, computer yapıyormuş. İşte teknik ilerledi. Bunu niye anlatıyorum: sanatın çok değişik evrelerinde, çok değişik branşlarında, çok değişik bulvarlarında oldum. Hatta bir kulvarda çok hoş bir beraberliğim de sevgili Bedri Rahmi. Oradaki aileye bu mistik reis dedi, hepimiz bir şey yapıyoruz. O, pentatlon sanatçısı olacaksın dedi, pentatlon ne demek biliyor musunuz? Pentatlon sanatçısı koşuda, atlamada ve çeşitli branşlarda en iyi olanlara denir. Ben, resmim için şöyle bir kartvizitimi getirdim ama ben bu değilim. Onlar burada yok. Türkiye’nin en iyi mimarlarıyla çalıştım çünkü güzel sanatlar okulunda asistan olarak çalıştığım konu mimarlık ve sanat. Mimarla birlikte sanatın yeri tavan, taban, duvar.
Mustafa Pilevneli: O kirazlar böyle zeytin gibi olur, gayet tatlıdır. Karadenizliler ondan likör yaparlar. Hatta Atatürk’e onun likörünü verdikleri zaman Atatürk beğenmiş, sonra demişler ki bir isim koyalım buna: Beğendik. Aklınızda bulunsun, Türkiye’de beğendik diye bir likör vardı zamanında. Şimdi likör içen pek yok. 60’larda falan popüler bir şeydi. Evlerde misafirlere mutlaka likör ikram edilirdi. Likör kadehleri vardır, onlar gümüş şeylerdir, misafir odasında kapaklı yerde durur falan. Şu an misafir odası yok, likör yok, öyle aile sohbetleri de yok. Çocuklar, bunları söylerken bir de ne diyorum biliyor musunuz? Çok şey kaybettik ama o çok şey kaybettiklerimizi toparlayacak olan sizlersiniz. Hemen şimdi burayı gördükten sonra ve senin (bir öğrencimize ithafen) dönmenden sonra… Bedir Rahmi Eyüpoğlu: ressam, şair. Bu güzel adam hep derdi ki: “Git ama ne olur dön. Ama git. Ama dön!” Yani gördüklerini buraya taşı, çok önemli, şimdi maalesef bizim gençlerimiz gidiyorlar ve gelmiyorlar. Bu çok kötü bir şey, biz kültür değerlerimizi, beyinlerimizi böyle kaybedersek bizim sonumuz çok kötü olacak. Arkadaşlar, sizler sadece sanatla ilgilenmeyin, ne olur politikayla da ilgilenin. Yani bugün Türkiye’de ne oluyor ne bitiyor… Haberleri mi dinleyeceksiniz, gazete mi okuyacaksınız; ama hangi gazete, hangi kısmı, hangi yazarı. Ama ne oldu, bakın yine ilginç bir şey söyleyeceğim: 1957-1958 senesinde ben her gün harçlığımdan 25 kuruşu Akşam gazetesine, 10 kuruşluk zamanından beri Cumhuriyet gazetesine verirdim. Benim kapı komşum Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerle biz bir arada büyüdük, öyle bir mahalle. Kadıköy’ün böyle kozmopolit, hoş bir tarafı vardı. Kiliseye beraber gidilir, onlar bize bayramlarda gelir, biz de onlara giderdik. Yani kardeş gibiydik, hala kardeş gibiliğim devam eden Atina’da arkadaşlarım var. Birkaç gün sonra ayın (Noel zamanı) 24’ü olduğu zaman Ogo’yu arayacağım. Küfür edeceğim, Türkçe! Ulan, diyeceğim, niye gelmiyorsun? O diyor bana: Bana Türkçe küfür et ulan, diyor. Özlemiş, anlıyor musunuz? Yani öyle bir arkadaşlık, kardeşlik!
Burada en güzel şey yerdeki zemin rengi, zemin rengiyle eşitlenen beyaz, pencerelerdeki gri. Biraz ürkek… yani buranın bir renk terapisi, rengi. Mesela burada pencereler olmasa yeşili göremeyeceğiz, yeşili yaşıyoruz bunlar ile beraber. Bunlar ile hoş… baharda kim bilir, onların arasında küçük küçük renkler olacak. Yani olağanüstü bir tabiat içerisindesiniz. Çok güzel bir binalar silsilesi düşünülmüş, yapılmış. Ben mesela, geçerken bir şey önerdim. Onu okul müdürüne de söyledim; spor hocası da oradaydı, müdür yardımcısı da oradaydı. Dedim ki “Sizin bir kule var, saat kulesi mi? O saat kulesi, ben onu boyadım, oradan geçtim.” Mesela siz olsanız, o binayı ne renk yapmak istersiniz? Sen söyle bana…
Elif Çele: Mor ya da maviye kaçan bir renk yapardım.
MP: Sen de söyle.
Bilgesu Aydınbelge: Emin değilim.
MP: Bak, ben sana yardım edeyim. O kulenin etrafında en çok hangi renk var?
BA: Çimenler var, yeşil.
MP: Yeşilin aşkını söyle bana. Yeşilin aşkı ne biliyor musun? Kırmızı, tamamlayıcısı.
Mavinin ne?
Ela Yavuz: Sarı, yani… Turuncu!
MP: Şöyle bir üçgen düşünün; sarı, kırmızı ve mavi. Kırmızının karşısı?
NA: Yeşil.
MP: Sarının istediğini söyleyeyim o zaman: turuncu. İşte o kuleyi turuncuya boyadım ben.
…
MP: Şimdi benim önerim, bu binaların içerisine yer yer önce renk; sonra bir sanat eseri (icra edilmesidir.) Mesela, bu sanat eserinde bir mozaik deseni kullanılması gündemde olabilir. Çünkü mozaik bir imece işidir. Bir birliktelikten ortaya kısa zamanda çıkar, daha virtüözde yer alır ve bazen portrelerde olur. Bir an için Bizans ve Roma sanatına gidebilir. Bahsetmişken, hadi biraz Osmanlı esintilerinde, Bizans topraklarında dolaşalım. Dönemde, mozaik portresi yapan sanatçılar farklıdır. Mozaik sanatında duvara tek tek bir freks çizer ve sanatçılar belirli bölümleri farklı farklı işlerler… Sizin bilmediğiniz bazı sıva teknikleri olabilir. Oksit boyaların ilk örneklerini ben yapmıştım, atölyeye gelirseniz göstermeyi çok isterim.
Son senelerde metallerle ve alüminyum ile uğraşır oldum. Bu eserlerin en önemli örnekleri Eskişehir’de yer almakta, bununla beraber birtakım yazılarım ve eserlerimin de yarışmalarda kazandığı oldu. Aynı zamanda sipariş üzerine yapılmış bazı alüminyum eserlerim de oldu.
Ben metallerle sanat yapmaya işin mutfağında başladım: Fabrikalarda asitlerle ve boyalarla uğraştım. Sanat, bilirsiniz, zor bir iştir ve emek ister. Eğer size de burada yeterli malzemeleri verseydik siz de uğraşıp yaparsınız, tabii bir de usta lazım size. Ben işin şakasındayım tabii, yarın öbür gün bir şey yapmak isterseniz yardımcı olmak isterim.
Nehir Adıgüzel: Konu konuyu açarken elbet ki bölmek istemem, yalnız size sormak istediğimiz bazı sorular var.
MP: Dün akşam çalıştığım sorular!
NA: Evet, evet. O sorular. Müsaadenizle başlıyorum: Eserlerinizin çoğunda deniz göl veya su birikintisi görmekteyiz. Ayrıca camii ve deniz feneri yapıları da benzer şekilde sıklıkla göze çarpmakta. Özellikle bu imgelere yer vermenizin bir anlamı, özel bir sebebi var mıdır? Neyi simgelemektedirler?
MP: Arkadaşlar, ben ilkokula altı yaşımda başladım. Dedim ya, çok yaramazmışım diye. Bin bir rica ile beni okula aldılar. Bir gün bizim sınıfı öğretmenimiz Fenerbahçe’ye götürüyor. Bilmiyorum tabi Fenerbahçe’nin ne olduğunu, semti bile bilmiyorum. Arkadaşlarla şarkılar, türküler söyleye söyleye gitmiştik. Bütün arkadaşlarım koşup oynarken ben bir ağacın altında Fenerbahçe kulesinin resmini çiziyordum. Elimde bir sarı defter vardı ve o dönem en sevdiğim defterdi. Ayrıca babamın jiletleri ile açılmış kalemleri de çok severdim. Fenerbahçe eskisinden daha kalabalık tabi şu an ama eskisi gibi köprü yok… Benim resimlerimde Fenerbahçe Kulesi çok var, hatta başka bir röportajda gazeteci de benzer bir soru sormuştu. Gazeteciye cevap olarak “Ben Sülün Osman’dan daha çok kule sattım.” demiştim.
…
MP: Bayılıyorum sarı deftere. İkincisi sevdiğim şey ne biliyor musunuz? Kalem fakat kalemin de boyasızı. Babamın jiletleriyle ilk defa, küçücük çocuğum, kalemin bütün… bakın şimdi ben geriye böyle bağlayıp geriye sarıcam. Kazıyorum. O kalemin ahşabı çıkıyor ne güzel. Bayılıyorum ona. Ve ben, karşımda, o zaman Fenerbahçe sakin, şimdiki gibi o kadar fazla, tıkış tıkış ağaçlar yok. Daha çok çamlar denize doğru ve şimdiki gibi köprüler de yok. Bir tek bir plaj var, Fenerbahçe Burnu, kayalar… Hepsi var orada. Kayalar var, plaj var, dalyanlar var. Her şey var. Ve o kule… Bugüne kadar görmediğim, yuvarlak bir şey. Ben onu oturup çiziyorum. Öğretmen bir ara geldi “Sen ne yapıyorsun?” dedi. Ben de sınıfın en küçüğüyüm. “Yani, sen oynamıyor musun?” Ben halbuki nerelerde oynuyordum orada. Baktı. O zaman öğretmenlerin düdüğü vardı. Düdüğünü çaldı. Düdük öttü. Hepsi serçe gibi toplandı. Benim defteri gösterdi, ortaokulumdaki resim hocası gibi. “Bakın!” dedi, “Ne yapmış!” Arkadaşlarım hayranlıkla baktılar. Onlardaki o mutluluğu ben de gördüm. Sevindim. Bana bir kupa verdiler. Küçücük bir kupa. Ama ben kupayı beş dakika sonra: bir tane leblebici geldi, o metale bakıyor… Bak, dedi. Leblebi şekeri de veririm, leblebi de veririm, dedi. Al, dedim. Öğretmen sonra dedi ki “Ne yaptın sen kupanı?” “Ona verdim.” Benim ilk ödülüm, öyle bir küçük kupaydı ama yok. Yani Cocacola şişesini bile saklar insan öyle bir zamanda değil mi? Çocukluk işte. Onun için ben çok severim fenerleri ve resmetmeyi onları. İçinde göreceksiniz. Koleksiyonlarım var. Bu, Bizans döneminde Fenerbahçe’deki, bu aslında şeydi- kayalığa dikkat et – denizciler için bir fenerdir. Ve Bizans’a ateş yakılır. Bizans da karşı taraftan, yani Körler Şehri’nden Bizans’a işarettir. Şimdi o şakır şakır yanar. Bakın mesela bu da resmin dışında da yaptığım çok özel bir şeydir. Bu görmüş olduğunuz, 1975 senesinde Arkeoloji Müzeleri Büyük Ödülü almıştım bu işle. O zaman bu boyalar Türkiye’ de yoktu. Ve biraz önce bir şey söyledim, ben öğrencilik yıllarımda para kazanıyordum ve vitrin dekorasyonu yapıyordum. Züccaciye üzerinde. Züccaciye nedir biliyor musunuz? Züccaciye; çatal, bıçak, ıvır zıvır satan dükkan. O vitrini yaparken, kahve cezvesini rengarenk, alüminyum renkli… Bende jeton düştü. Bu nasıl boyanmış? Çünkü ateşte bozulmayacağına göre, demek ki bu işte bir iş var! Ben böyle, peşine düşerek iş yaptım ve kazandım. Benim alüminyum fabrikalarına düşmem tesadüfle, bir arkadaşıma rastladım. Ne yapıyorsun, ne var ne yok, hoşbeş sohbetten sonra “Ben,” dedi “Yunus’ta Aksan Fabrikası’nda muhasebeciyim.” Ben daha talebeyim. Aksan Fabrikası’nda alüminyum sözü geçti ya, hemen fabrikaya gittim. O yıllarda İstanbul’daki bütün büyük binalarda yarışmalar olurdu. Mesela Merkez’de, spor salonunda ve onlar yarışmalarla seçilirdi. Ve biz de öğrenci olduğumuz için katıldık yarışmaya. Çoğunlukla hep arkadaşlarımız katılırdı. Diğer üniversitelerdeki sanat kollarından da insanlar katılırdı ve ben o yıllarda hep kazanırdım. Yani yenilikçi iş yapardım. Ve alüminyum malzemesini, inanır mısınız, kimden rica ettim? Fahri KORUTÜRK, cumhurbaşkanımızın eşi, yurt dışına gidiyorlardı. Emel KORUTÜRK, Sanayi Nefise’yi Mektebi ailesinden mezun. Yani Güzel Sanatlar Akademisi mezunu ve cumhurbaşkanının eşi. Avni ARBAŞ’ ın sınıf arkadaşı. Bir tanesi ünlü bir ressam, Paris’te. Fikret MUALLA’ yı himaye eden bir aile. Cimcozlar. Emel KORUTÜRK’ ün ailesi ile Cimcozlar…
…
NA: Sonraki sorumuza geçelim o zaman. Sonraki sorumuz ise-
MP: Neden mavi?
NA: Evet!
MP: Neden en çok mavi? Mavinin soyu o kadar zengin ki… Ressamlar içerisinde mavi rengini çok güzel kullananlar var. Rönesans’ta yeşil ve kırmızı kullanımı ağırlıktayken Bizans’ta asaleti temsil eden mor ağırlıktadır. Ben resimlerimi ilk başta açık havada yaptım, tabiat üzerinde çalıştım. Bilhassa deniz resimlerinin, Marmaris’teki deniz seyahatlerinin, o sualtı florasının gizem dünyası, balıkların çeşitliliği, sanat ve doğanın birleştiği o noktada mavi rengin kullanımı çok önemli. Ben “Yaşasın renk!” diyorum. Sadece mavi renk değil, çoğu resmimde turuncu da kullandım. İkonalardaki o kahverengi valörleri kırmızı dokunuşları üzerine siyah boyadıktan sonra kazıdıkça ortaya çıkarmak ve o derinlik etkilerini yaratmak… Siyah kullandığınızda rengin değerini anlarsınız. O renk daha zengin bir valör şeklinde ortaya çıkar, onu tek başına bırakırsanız büyüsünü göremezsiniz. Ama siz bir turuncunun, bir sarının etrafına siyahlık koyduğunuz zaman o renk daha başka bir canlılıkta karşınıza çıkar. Bunun en güzel örneği cam resimleridir. Dışarıdan ışık aldığı zaman o küçücük renkler öylesine bir aktif hale gelir ki… Ben cam resim örnekleri de verdim. Işık renkleri etkileyen önemli faktörlerden biri.
Değerli paylaşımlarından dolayı Mustafa Pilevneli‘ ye teşekkür ederiz.