Can Aytekin ile Röportaj

Can Aytekin Kimdir?

1970 yılında İstanbul’da doğdu. 1997 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Resim bölümünü bitirdi. Aynı kurumda Yüksek Lisans ve Sanatta Yeterlik yaptı. 2006 yılından bu yana MSGSÜ Resim Bölümü Gravür atölyesinde görev yapmaktadır.

2005 yılında ‘Tapınak Resimleri’ adlı ilk solo sergisi Pi Artworks’te açıldı. Günümüze kadar 7 solo serginin yanında çok sayıda grup sergisine katıldı. Çalışmalarına İstanbul’daki atölyesinde devam ediyor.

Fotoğraf : Işık Kaya

İlke Yağmur Çavdar: Karantina dönemi çalışmalarınızı nasıl etkiledi? Sizce bu koşullar doğrultusunda sanatçıların eser algılarında değişiklikler söz konusu olacak mıdır?

Can Aytekin: Bu dönem hiç şüphesiz eve kapandık. Atölyeye daha az gidebildim. Hedefinizde bir sergi programı olmayınca bilinen ebatlarda üretimler azaldı. Bunun yerine bu farklı dönemin kazanımları da oldu. Biraz sakinleşmek, yaptığımız işleri yeniden değerlendirmek ve mümkün olabilen üretim biçimlerini aramak gibi. Kısıtlamalardan bazen çok olumlu yaratıcı fikirler çıkacağını düşünüyorum. Dijital ortam günlük hayatın bir parçası oldu. Bu kolaylıkların enformasyon ve arşiv için çok değerli olduğunu kabul ediyorum ama ben hala kâğıtla kalemle çalışmayı seviyorum. Yemek yapmak ya da dikiş dikmek gibi manuel üretimden kopmam mümkün değil.

İYÇ: Bir eseri yaratırken sizce geliştirme süreci mi daha önemlidir, sonuçta ortaya çıkan çalışma mı?

CA: Bir eser yaratmadan ziyade bir fikrin, duygunun, imgenin, etkinin vs. görselleşmesi sürecini takip ediyorum. Bu sürece tamamen hâkim olmak söz konusu değil. Sizin de katıldığınız, aslında sizi de şaşırtan bir üretim söz konusu.  Tek yapıttan ziyade seriler oluşturmayı seviyorum. Onların aralarında konuşması hiç bitmiyor. Her yeni seri daha öncekilerin anlamını da değiştiriyor.

İYÇ: Eserlerinizi birkaç kelime ile nasıl tanımlarsınız? Resimlerinizin kişiliğinizi yansıttığını düşünüyor musunuz?

CA: Resimler yapıyorum. Resimdeki mekân ve mekân içindeki resim meselesi üzerinde duruyorum. Bunları bazen maketlerden yola çıkarak oluşturuyorum. Maketleri büyüterek 3 boyutlu işler olarak resimlerle birlikte sergilemeyi seviyorum. Resimlerin otobiyografik etkiler taşıdığı söylenebilir ama kişilik, üslup, imza gibi katılaşmış tavırlara inanmıyorum. Hareket etmek, farklı açılardan bakmak gerekli. Resimler kişiliğin dışavurumu değil, bir bakış açısı, bir yorum sadece. Gösterdikleriniz kadar sakladığınız da birçok şey var.

İYÇ: Sanatsal bir tarzınız olduğunu düşünüyor musunuz? Sanatçının bir tarza sahip olması sizce önemli midir?

CA: Eğer bir kariyer peşindeyseniz, çalışmalarınızda bir tarz yaratmak ve ısrar etmek zorundasınız. Bir şekilde dikkat çekmek, akılda kalmak, beğenilmek, geri bildirimleri dikkate almak vs. tarz kendini taklit etmeyi de dayatıyor. Ben sanatı bir özgürleşme alanı olarak düşünüyorum. Kendinizden çıkabildiğiniz bir ara bölgeye geçmek gibi. Bir film izlerken kendimizi kaptırıp filmin içine dalmak gibi bir şey. “Tarzdan ziyade bu nasıl yapılabilir?” sorusunun peşinde koşan bir teknik arayışının önemli olduğunu düşünüyorum. Orada çok önemsiz de olsa bir icat peşine düşüyorsunuz. Buraya kadar söylediklerime ters bir şey söyleyeyim: Zaten siz fark etmeseniz de insanlar işlerinizdeki benzer şeyleri yine de fark ederler.

İYÇ: Sanatsal tarzınız ve/veya yaratıcı süreciniz üzerinde en çok hangi sanatçıların ve sanat akımlarının etkisi olmuştur?

CA: Resim okumadan önce interrail kartı alıp bir ay Avrupa şehirlerini dolaştım. Müzelerde gördüğüm resimlerden o kadar etkilendim ki Akademiye girip resim eğitimi almaya karar verdim. Orijinal resimleri görmenin, o mekânda bulunarak algılamanın imajları kitaptan ya da ekrandan görmekten farklı olduğunu düşünüyorum. Özellikle belli bir mekân için üretilmiş resimler ilgimi çekiyor. Michelangelo’nun Sistine Şapeli tavanındaki freskler gibi. Giotto’nun Arena şapeli ya da Lissittsy’nin Proun odası gibi aralarında beş yüz yıl olmasına karşın bugün üretilmiş gibi yeni çalışmalar bence. Aynı şekilde Edirne Eski Camii’ndeki hüsn-i hat örnekleri (Ara Güler’in fotoğrafını hatırlarsınız), Rüstempaşa Camii’ndeki çiniler, Nusretiye Camii’nde yer alan Rakım’ın kuşak yazıları da beni müthiş etkileyen şeyler.

İYÇ: Eserlerinizin imgesel bir geometrisi var. Eserlerinize “minimalist” denilmesi sizce doğru mudur?

CA: Doğru bir tespit. Geometri resmin temel problemlerinden biri. Genelde bir sadeleştirme ve resmi gereksiz süslemeden arındırma niyetini ben de farkediyorum. Minimalist bir yaklaşım bazı sergilerde daha öne çıkıyor. Mies van der Rohe’nun  “Az çoktur” (Less is More) mottosu aklımda. Günlük hayatımızdaki tüketim çılgınlığı, nesne ve imaj bombardımanı karşısında sığındığımız bir söz. Yalnız şunu söyleyebirim; minimalistlerin eserlerindeki mükemmeliyetçi yaklaşım bana uzak. İster istemez oluşan hatalar da işlerin bir parçası bence. Hatta ne türlü hatalar yapılabileceği sorusu bence peşine düşülmesi gereken bir süreci başlatıyor.

İYÇ: Eserlerinizle ne gibi kitlelere ulaşmak istiyorsunuz? Her sergi veya eserinizle bu değişiyor mu?

CA: Kitleler de tek tek insanlardan oluşuyor. Bahsettiğiniz öngörü ideolojik bir yaklaşım. Siyasetin ve reklamcılığın ilgi alanına giriyor. Benim kafamda böyle bir bütünlük fikri yok.

İYÇ: Sergilerinizde eserlerinizin sunumunda nasıl bir yaklaşım izliyorsunuz? Sergilendiği ortamın eserlerinizi etkilediğini düşünüyor musunuz?

CA: Hiç şüphesiz etkiliyor. Resimler aslında hiç baştan düşünülmese bile yer aldıkları mekânı değiştirirler. Bazen kendilerini dayatırlar ve mekâna sığmazlar. Oluşan bu gerilimi görürsünüz. Bazen de mekânla uzlaşan, ilişki kuran resimler olabilir. Ben sergi mekânlarını mümkünse görmek ve onları benimseyerek zaman zaman değiştirerek çalışmayı tercih ediyorum. Birlikte oluşuyorlar. Ayrıca buna izleyiciyi de katalım. Onun bakışıyla da bu ilişkiler ortaya çıkıyor.

İYÇ: Aldığınız sanat eğitiminden en önemli kazanımınız nedir?

CA: Hocalarımızın yaptığı işi çok önemsemesi adeta dünyanın en önemli işini yapıyormuşuz hissi nasıl olduysa bana da geçti. (Gülerek) Çok çalışmak, araştırmak ve eleştirel açıdan bakabilmek. Harika insanlarla tanışmak, arkadaşlık etmek. Onların düşüncelerini ve üretimlerini takip etmek beni müthiş geliştirdi. Ve karşılık bulsa da bulmasa da üretmeye devam etmek. Okul bu terbiyeyi kazandırdı sanıyorum.

İYÇ: Genç sanatçıların en sık yaptığı hatanın ne olduğunu düşünüyorsunuz? Bu konuda ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz?

CA: Keşke her zaman genç olsak ve hep hata yapsak. Hatalar hep olacak. Telafi etmeyi, gerektiğinde özür dilemeyi öğrenmek lazım. Gençken nasihat dinlemeyi hiç sevmezdim ben. Ne isterlerse onu yapsınlar ama sonuçlarına da kendilerini hazırlasınlar.

Bu güzel röportaj için Can Aytekin’e teşekkür ederiz.